Yakın geçmiş zamana kadar «dayak atma» mutlaka sopa ile, değnekle dövmek anlamında kullanılırdı. Çünkü dayak, dayanacak değnek, asa, sopa demektir. Bir kimseyi sopa, değnekle dövmeye de «dayak atmak» denilir. Yine yakın geçmişe kadar toplum hayatımızda, okullarda, asker ocaklarında, suçlu esnafın cezalandırılmasında resmen atılan dayaklar vardı.
Dayak, ya kaba et üzerine, yahut çıplak ayak tabanına atılırdı. Çıplak ayak tabanına atılacak dayakta suçlu yere sırt üstü yatırılır; dayak için, ayakları bileklerden bukağı (bir tür pranga) içine alıp tabanları, sopa veya deyneyi yapıştıracak olana yerden kaldırıp havada tam hedef tutan ve falaka denilen bir âlet vardı. Kaba etine dayak atılacak suçlu ise yere yüzükoyun yatırılırdı.
Yeniçeri ocağının kanlı bir şehir savaşıyla kaldırıldığı 1826 yılına kadar İstanbul zabıtası bu asker ocağının elindeydi. Kendilerinden başka halktan bir kimseye dayak atılma cezasının uygulanmasına görevli yeniçeri neferlerine «falakacı» denilirdi. Padişahın devlet idaresinde mutlak vekili olan sadrâzamlar, devlet merkezi İstanbul şehrinin de valisi, en büyük idare âmiri yerinde idiler. Çarşamba günleri sadrâzamların çarşıları ve esnafı denetlemeye çıkması bir gelenek idi. Bu denetimlerde sadrâzamın kalabalık maiyyeti arasında falakacılar da bulunur, yolsuzluk veya hile yaptığı belirlenen esnaf hemen o anda dükkânının ve halkın gözü önünde falakaya yatırılırdı. Emredilen sayıda değneklenirdi ve çoğu zaman dayak yiyenlerin tabanları yarılır, ayak üstüne basamaz olurdu.
1900 Yilinda Bir Sokak Berberi..
Zamanımızın polis karakolları yerinde olan yeniçeri kolluklarında da bir falaka mutlaka bulunurdu. Uygunsuz bekâr uşakları, eşcinsel delikanlılar, kadınlara, gençlere sarkıntılık yapanlar suçüstü yakalandıklarında, kolluklarda, yeniçeri ağalığı tarafından verilmiş yetkiyle kolluk âmiri olan çorbacılar tarafından falakaya yatırılırdı. Son yeniçerilerden çardak kolluğu çorbacısı ve halk şâiri Galatalı Hüseyin Ağa, Mısır Çarşısı'nda Kuleli dükkânının çırağı Attar Benli Ömer adında yazdığı bir destanda kendi kolluğundaki bir dayak anını şöyle anlatıyor:
«Kolluk dîvânının vakti ikindi
Bir sârik tutuldu dediler şimdi
Getirin göreyim nerede o gidi
Bir taze yiğitmiş zeberdest fetâ
Zencire vurulmuş eli ayağı
Tığ gibi pırpın bekâr uşağı
Didiler bu itdir soyan çardağı
Güzellikde Yusuf misâli yekta
Didim hiç tanımam hüsünle hatır
Sârikin cezası ip ile satır
Falaka bende-i siyâset yatır
Dayak şu şehbaza inşân-ü ata
Dedim hüküm yüzdür yalun tabana
Yiğit ağlar der ki kıyma sen bana
Yüz değnek satıra bedeldir ağa
Aşbazlık dalgası oldu bu hatâ
Siyehçerde civan misâli pelenk
Perişan kâkülü sünbülü çelenk
Gamze işmarından aldım nakış renk
Emr ü fermanına olmuş alesta»
Solda, baş falakacı, sağda baş çuhadar.
Büyük şehrin günlük zabıta olaylarında yakalanan çeşitli suçlardan şeriat mahkemelereine gönderilen de hafif suçunun derecesine göre dayak cezasına mahkûm olurdu. O zaman, dayak için hâkim huzurunda falakaya yatırılırdı.
Başta yeniçeriler, bütün kapıkulu asker ocaklarının disiplin nizamında dayak cezası vardı.
Acemi oğlanları falakaya yatırılırdı ve değnek çıplak tabanlarına vurulurdu. Yeniçerilere ise dayak, yüzükoyun yatırılarak kaba etlerine atılırdı. Dayak, aşın edepsizlik, serkeşlik, âmire itaatsizlik, sarhoşluk, sokakta sarkıntılık (lâf atma) suçlarında alınırdı. Ocak geleneği olarak, suçlunun mensup olduğu ortanın yoldaşları huzurunda, fakat akşam yemeğinden sonra, tek bir mum ışığı altında hemen hemen karanlıkta uygulanırdı.
Dayak yiyen neferin kim olduğu aslında bilinirdi, ancak dayak sırasında yüzü görülmez, böylece koğuş arkadaşları arasında askerlik onuru ve şerefi korunmuş olurdu.
Dayak, yere serilen bir kilim üstünde nefer yüzü koyun yatırılarak, kalınca kızılcık değneği ile kaba etlerine vurulmak suretiyle atılırdı. Aynı ortanın kıdemli neferlerinden dört kişi ayrılır, dayağa yatırılan neferin ikisi ayaklarından, ikisi de kollarından bastırarak kıpırdamasına engel olurdu, dayağı da odabaşı ağa atardı. Dayağa getirilen neferi azarlamak yerine, dayağa nezaret eden çorbacı ağa sadece: «Aşk olsun yola!» derdi.
Acemi oğlanları falakaya yatırılırken, yeniçeri neferlerinin kaba etlerine dayak atılması, ne hikmete dayanır bilemeyiz. Her halde taban yaraları kapanıncaya kadar yere basamayıp alçakça sürünmesi de hoş görülmediğinden olacaktır.
Dayağı hak etmiş neferin sabıkası yok ise, değnekler sembolik, hafifçe vurulurdu. Dayağın son derecesi, şiddetle vurularak 240 değnek idi. Fakat bir kerede hiç bir insan vücudu buna tahammül etmeyeceği için bu en yüksek ceza arka arkaya seksener değnek olarak uygulanırdı. Bir yeniçeri ortasının en büyük zabiti olan çorbacı ağa, suçlu bir neferine kendi hükmü ile en çok 40 değnek attırabilirdi, kırk değnekten fazla dayak cezası ancak Ağa Dîvânı denilen yeniçeri mahkemesinde verilirdi; cuma geceleri ve ramazan ayı içinde dayak cezaları uygulanmazdı.
Eski asker ocaklarından devren kalmış bir ceza olarak Meşrutiyet'e kadar askerlere ve askerî okullar öğrencilerine de dayak atılırdı ve dayak cezaları askerî mahkemelerce verilirdi. Eskiden olduğu gibi suçlu nefer veya öğrenci falakaya yatırılmaz, yüzükoyun bir kilim üzerine yatırılarak tıpkı yeniçerilerde olduğu gibi kaba etleri değneklenerek dövülürdü. Hasan Baba adında bir kimsenin yayınladığı «Nizamiye Kapısı» isimli eserde, Kuleli Askerî İdâdisi'ndeki dayak sahneleri açıklamalı olarak anlatılmıştır; fakat bir takma isim olduğu belli olan Hasan Baba bu eserini basıt bir dille yazmıştır, geçmişi güzel bir dille anlatmak yerine, alay ederek kaleme almıştır.
Eski sıbyan mekteplerinde de mektep hocalarının çocukları falakaya yatırma yetkisi vardı, bu yetki çocuk velîleri tarafından da öylesine bir hak olarak bilinmişti ki, bir çocuk okula verilirken: «Eti senin, kemiği benim» denilirdi. Bazı sadist hocalar, dayak yetkilerini pek zalimane kullanırlardı.
İlk rüştiye mekteplerinde de (orta okul) dayak cezası olmuş, sübyan mektepleri gibi oralarda da çocuklar falakaya yatırılmışlardır. Biri Sultanahmet'te, diğeri Süleymaniye' de ilk açılan iki rüştiyeden, Süleymaniye rüştiyesinin öğrencisi olan Aşçı Dede İbrahim Bey'in anılarında çok ilginç bir dayak sahnesi yer almaktadır:
Ders yönünden Süleymaniyeliler, yazı yönünden Sultanahmetliler ilerdeydi, ama bizim içimizde hüsnü hattı da güzel Zıya Bey vardı. Bu Zıya Bey, Adana Valisi iken ölen meşhur şâir Zıya Paşa'dır. Benim gibi Kandillili olup mahalle okulunda birlikte okumuştuk. Dolayısıyla beni pek severdi, ikimiz de on dört, on beş yaşlarındaydık; ancak o, o kadar zeki ve hazır cevap idiydiki, soru ve cevapta birinci, hoca Numan Efendi'yi bile durdururdu, Numan Efendi'nin çok sevdii bir öğrencisiydi. Bir gün Nazır İmamzâde Efendi okula geldi, bizi imtihan edecekti, Zıya Bey:
— ibrahim... Sen içeride imtihana girince, kapının önüne otur, ben perdenin arkasından sana söylerim, imtihanı verirsin, dedi.
Canıma minnet, memnun oldum, imtihana toplu olarak girdiğimizde diğer çocukların cevap vermedikleri sorulara ben cevap verdim. İmamzade memnun olarak bana «Aferin oğlum» dedi. Öbürlerinin de yüzüne tükürdü. Bir arada Zıya Bey’in sesi perde arkasından fazla çıkınca, Imamzâde duydu ve Numan Efendi'ye:
— Perdenin arkasında birisi var, çabuk şu habisi tutup bana getir, dedi.
Numan Efendi dışarı çıkıp da Zıya Bey'i görünce, ele vermemek için:
— Kimse yok efendim... Fakat îmamzde israr edince, zorunlu olarak Zıya Bey'i tutup getirdiler ve İrnamzâde'nin emri ile falakaya yatırdılar. Çaresiz Numan Efendi elleri titreyerek Zıya Bey'in ayaklarına yavaşça bir-iki değnek vurup İmam zâde’nin eteğini öptü:
— Kulunuzu bağışlayın!., demesi ile Zıya Bey'i falakadan kaldırdılar...».
Büyük yazar, İstanbullu Ahmed Rasim, çocuklar ve okul anılarının önemli bölümünü «Falaka» isimli eserinde toplamıştır. Pek şirin anılar arasında dayağı ile meşhur Hafız İsmail adında bir okul hocasının, okulunun öğrencisi olmayıp, dışarıdan eğitilmek için getirilen çocukları da falakaya yatırdığım anlatıyor ve falaka dayağının çeşitlerini sıralıyor:
«Mest üstüne hafif; mest çıkarılarak çorap üstüne biraz ağır; ıslak yalın ayak üstüne daha ağır; kuVvetii bükmelerle zincirli falakada ıslak yalın ayak üstüne çok ağır; bu son şekilde vurulan sopa, ayağın tabanından birdenbire kaldmlmayıp, sopanın taban ile teması sıkı sıkıya korunarak yavaş yavaş bütün taban üzerinden deriyi parçalayarak geçirilmesi en ağır».
Merhum Vâsıf Hoca da bir karakol dayağı üzerine şu olayı anlatıyor:
«... 1878-1880 yılları arasında 15-17 yaşlarında idim; benden üç yaş kadar büyük Yusuf Şah adında güzelliği dillere destan olmuş bir delikanlı vardı ki, Üsküdar'ın Doğancılar yangın tulumbası sandığının uşaklarındandı. Yosma hanımlardan biri güzel oğlana göz koymuş, fakat oğlanın yoluna saldığı kılavuzlar, çöpçatanlarla Yusuf Şah'ı kandırarak evine getirememiş, muradına erememiş, sevgisi garezliğe, kine çevrilmiş. Bir gün çarşı boyundan araba ile geçerken, gençlik, zıpırlık, bıçkınlıkla ünlü bu tulumbacı yiğidi de boş bulunarak kadına lâf atmış:
«— Hanımın yüzüne pek bakma, işmarını aldım, ama bir altın saat ile bir elmas yüzük almadan gelemem, demiş.
«Yosma da fırsatı kaçırmamış, hemen karakola şikâyet etmiş. Koca çarşı boyu, yüzlerce şahit. Namuslu kadına çekinmeden lâf atmak, o zamanın tâbiri ile «harfendazlık» suçundan Yusuf'u çarşı karakoluna almışlar. Karakol kumandanı bu gibi olaylar üzerinde titiz, dikkatle durur ve dayağı ile meşhur bir amansız, gaddar adam idi ki, halk tarafından takılmış lakabı ile Cellât Cüleyman diye anılırdı.
«Yusuf Şâh'ı hemen falakaya yatırmış.
«Hiç unutmam, bir cuma günü idi, olayı gözümle gördüm. Dayak sahnesini görmedim, görmedim amma, delikanlının feryadını karakol önünde biriken halk arasında dinledim, sesi hâlâ kulaklanmdadır. Önce avazı çıktığı kadar bağırdı. Sonra sesi perde perde alçaldı ve bir inilti hâlinde kesildi. Tam o sırada karakola bir asker paşa girdi, onun da:
«— Karakol komutanı mısın cellât mısın, alçak herif! Diye gürlediğini ve Allah'a sığınarak atılmış bir şamar sesi duyduk. Bu paşa kimdi bilemiyorum. Sonra öğrendik ki, Yusuf Şâh'a kırk değnek vurmuşlar. Destancılıkta ustam Aşık Râzî, Yusuf Şâh'a dayak atan zaptiye çavuşunu şu şiir ile hicvetmişlerdir:
«Koşardı ayakla o hümâ-pervâz
Yavru pelen misâl yangıncı şehbâz
Ne reva dayakla enin ü avaz
Bûsegâhım iken o şâhda ayak
Nasıl kıyarsın, da atarsın dayak
Lanetle yâd olsun kahbenin adı
Bir nigânn şerri, fitne fesadı
Dayağa yıkdırdı kadd-i şimşâdı
Bûsegâhım iken o şâhda ayak
Nasıl kıyarsın da atarsın dayak».
Mahmud Şevket Paşa tarafından yazılan “Osmanlı Asker Teşkilatı ve Kıyafetleri” kitabindan yukarıda sözü geçen yeniçeri sınıflarına ait bilgileri gödevlilerin isimlerine göre ayrı ayrı alıhtı yaparak aşağıda vermikteyiz.
Yeniçeri Ağası.
Yeniçeri ağası «kalafat» adında elbise giyerdi. Bu elbise kırmızı çuhadan ovale yakın bir şekilde olup üstü bir takım dilimler oluşturacak şekilde dikilmiş ve ön taraftan biraz yarı açık ve diğer tarafları çatal gibi sarılan sarık ile kaplanmıştır.
Arkasına kolsuz bir kürkten ibaret «üst» adında bir heftan (*) giyerdi. Mezkur kürkün bir karış kadar mahalli ön taraftan görünür ve omuzların alt tarafıyla boyun cihetinde bir miktar kürk vaz olunur idi.
(*) Heftan: Zırhın altına giyilen elbise. Kürklü üst elbisesi, kaftan.
Heftanın dışı kumaş cinsinden olup ağa bunun içine kışlık inca giysi veya kumaştan bir entari giyerlerdi. Kolsuz kürke beyaz veya sarı atlasdan bir kol dikilmiş olduğundan entarinin kolları haftanın dışından görünmezdi. Atlas kolluğun bilek tarafı abdest almakta kolaylık sağlamak üzere düğmeli idi.
Ağanın bir de kırmızı şalvarı olup ayaklarına sarı mest ve pabuç giyer ve beline murassa (**) bir hançer takar idi.
(**) Murassa: Süslü, mücevherlerle, değerli taşlarla süslenmiş; işlemeli; mücevherli:
Yeniçeri ağası gerek başkentte ve gerekse dışarıda bulunan tüm yeniçerilerin komutanı olup kale ve istihkamatda bulunan askerlerin sayısını belirleyerek düzenlemek görevine de sahip bulunurdu.
Bundan başka beşkentin (İstanbul) düzenini sağlamak da yeniçeri ağasına ait görevlerden olduğundan ağa haftada iki-üç kez gece veya gündüz İstanbul sokaklarını dolaşır ve esnaf ve halktan cezalandırılmayı gerektirenleri cezalandırmak için arkasında falaka ve değnek taşırdı.
Falakacı Başı.
Falakacı başılar başlarına çuhadan «kalafat» takıp bunun üstüne beyaz sarık sarar ve arkalarına entari ve bunun üstüne yeşil çuhadan kolları dolama ve ayaklarına kırmızı şalvar ile sarı mest ve pabuç veya sarı çizme giyerlerdi.
Her hafta bir neferi nöbetle babı-aliye gelip sadrazam oraya geldiği zaman cellatlar ile beraber arkasından gider ve yolsuz hareketlerinden dolayı sadrazamın emriyle dövülmesi gerekenlerin ayaklarını resimde görüldüğü gibi omuzunda asılı olarak taşıdığı falakaya sokup kızılcık değnekleriyle ve kavasları (yardımcı köle) aracılığıyla tutardı.
Dayak cezasında kullanılacak değneklerin kalınlık ve uzunluğu sınırlı değildi.
Yeniçeri ağası bile görevli olarak İstanbul sokaklarını dolaştığı zaman halk arasında cezalandırılması gerekenleri cezalandırmak üzere falakacılardan birini yanına alırdı.
Çorbacı
Başına kırmızı «kalafat» giyerdi. Bu kalafat yeniçeri ağasının kalafatına oranla daha yuvarlak şekilde olup üzerine de başka bir tarzda beyaz bir sarık sarılırdı. Arkasına kırmızı çuhadan uzun kollu bir cebe (***) ve bunun altına uzun bir entari ve bacağına kırmızı şalvar giyip beline şal kuşak bağlar ve ayağına sarı mest ve pabuç giyerdi.
(***) Cebe: Zincir veya halkadan örme zırh. Cevşen.
Çorbacı bugünkü yüzbaşı rütbesine sahip bir bölük başı olup yeniçeriler arasında «çorbacı» adıyla bilinirdi. Her ortada orta amir ve komutanı olmak üzere bir çorbacı bulunur idi.
Bazı yabancı tarihçiler çorbacı isminden alıntı yaparak çorba pişirmekle görevli olduğunu söylemekte iseler de yeniçeriler genellikle «ocak» veya «ocağı amire» ve subaylarına «çorbacı» ve «aşcı usta» şeklinde isimler verilmiş ve mutfak ve kazanlarına «kazanı şerif» adını verip ona sancak mertebesinde ve hatta ondan fazla bir derecede hürmet etmemişlerdir.
Çuhadar.
Yeniçeri salma (serbest) askerlerinden yani sivil dolaşanlarından yanlarında yirmi ve gereğinde daha fazla asker bulunan bu salma çuhadarı kışlada bulunduğu zaman başına tepesi yeşil çuha ve etrafı siyah kuzu derisinden bir kalpak ve arkasına «pir-piri» adında kırmızı bir cebe ve bacağına dökme siyah şalvar ve ayağına kırmızı yemeni giyerdi.
Gerek çuhadara ve gerekse yanındaki askerlere «salma» denilmesi durumuna göre gece ve gündüz çeşitli kıyafetlerle tebdil gezerek her köşe ve bucağa ve her hizmete saldırmalarından ileri gelmiştir.
Salma çuhadarı ile yanındakilerin görevleri pazarlar ve kalabalık yerleri gezip dolaşmak ve kahvehane ve berber dükkanlarında çeşitli zararları olan kumar ve buna benzer oyunları oynayanları azarlamak ve ezan okunduğu vakit camiye gitmeyen esnaf ve halkı kamçı ile döverek camiye göndermek ve kışlalarından izinli olarak çarşı ve pazara çıkan yeniçerilerin ırz ve edebleriyle gezmelerine ve hamama gittikleri zaman kavga ve olay çıkarmamalarına ve mahalle ve kabristan aralarında olan fahişelerin kovulması ve rezaletlerin engellenmesine ve ramazan gecelerinde çocukların camilerde gürültü etmemelerine ve daha bunlara benzer olaylara meydan verilmemesine dikkat ve nezaret etmek ve günlük olayları ağa kapısındaki amirlerine bildirmek gibi konulardan ibaretti.
Soldan sağa; Subasi-Asesbasi-Bucakbasi.
Başına resimde görüldüğü gibi ağzı enli ve tepesine doğru sivrice mermer şeklinde beyaz tülbentten yapılmış bir başlık ve üstüne sarı çuhadan sarık ve bacağına mavi şalvar ve ayağına sarı yemeni giyerdi.
Subaşının görevi gündüzleri kol gezerek çarşı, pazar ve mahalle aralarının düzenine dikkat etmek ve bozulmuş kaldırımları tamir ettirmek ve yol üzerinde eğilmiş olan yapıların yıkılıp yapılması gereğini mimar başı tarafına bildirmek ve «ases başı» geceleri bile kol gezip uygunsuz kişilerin araştırılmasıyla meşkul olmak gibi şeylerden ibaretti.
Her beldede bu görev ile vazifeli bir subaşı ile maiyeti bulunur ve bunlar barış zamanlarında zabıta ve belediye memurluğu görevini yapıp savaş samanlarında savaşa da giderlerdi.
Başına yeşil çuhadan «çatal kalafat» arkasına kürk yakalı ve yeşil kalıplı divan kürkü ve bacağına al çakşır ve ayağına sarı yemeni giyerdi.
Kendisi yeniçeri ortalarından yirmi sekizinci bölüğün çorbacısı olup her gece, bölüğündeki subaylar ile sürekli olarak çarşı aralarında ve mahalle içinde ve kötü bilinen yerlerde sabaha kadar gezip dolaşarak tuttuğu kişileri cezalarını çekmek üzere gerekli yerlere götürmek ve halkın güvende olmalarını sağlamak için gayret sarfetmeye özen gösterirdi.
Ases başılar bundan başka Cuma günleri sadrazamın gideceği caminin yolu üzerine bölüğü ile beraber giderek selam durmak ve mahkumlardan birinin idamı halinde kendi bölüğüyle bu yere giderek düzeni sağlamaya dikkat göreviyle de vazifeli bulunurdu.
Başına sarı kuzu derisinden ve üzeri yeşil çuhadan yapılmış bir tür kalpak, arkasına dar kollu uzun cepken ve bacağına bol mavi şalvar ve ayağına kırmızı çizme veya yemeni giyerdi.
Bucak başı düzeni sağlamakla görevli olduğundan arayıp bulduğu suçluları ağa kapısına yani yeniçeri ağasının bulunduğu yere götürmeye veya zaptiye nazırın konağına ya da Babacağfer zindanına götürür ve cinayet olaylarına göre suçlulardan bazısının elini veya kolunu ve bazısının da kulağını kestirip bunlardan ikinci kez olarak suç işlemeye kalkışanları da asarak idam eder ve kendisiyle maiyeti bu yerde bulunurlardı.
Bucak başı ağanın maiyetine erkeklerden başka bazı kadınlar bile kılık değiştirip sörevli olarak verildiğinden ve maiyeti hırsızlık ve yankesicilik gibi kötülüklerde tanınmış kişileri de içerdiğinden akla ve hayale gelmez tedbirler ile suçluları yakalamayı ve bulunmasını başarırdı.
Kaynakyar:
1-Eski İstanbul'da Dayak, Reşad Ekrim Koçu, Hayat Tarih Mecmuası, 1970, Şubat, S-14-16
2- "Osmanli Teşkilat ve Kiyafeti Askeriyesi" Mahmud Şevket Paşa
____________________________________________________________________________________
ESKİ İSTANBUL'DA ARABALAR VE ARABACILAR
ESKİ İSTANBUL'DA TULUMBACILAR VE YANDAN ÇARKLI İTFAİYE VAPURLARI
ESKİ İSTANBUL HAYATINDA ÇİÇEK VE ÇİÇEKÇİLİK
Çayın Tarihi ve Çay Türkiye'ye Nasıl ve Ne Zaman Geldi?
Tütün ve Enfiye İstanbul'a Ne Zaman Geldi? Eski İstanbul'da Kahveler
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 13)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 12)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 11)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 10)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 9)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 8)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 7)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 6)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 5)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 4)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 3)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 2)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 1)
Eski İstanbul (Bölüm 28) SON Eski İstanbul (Bölüm 27)
Eski İstanbul (Bölüm 26) Eski İstanbul (Bölüm 26) Eski İstanbul (Bölüm 25)
Eski İstanbul (Bölüm 24) Eski İstanbul (Bölüm 23) Eski İstanbul (Bölüm 22) Eski İstanbul (Bölüm 21)
Eski İstanbul (Bölüm 20) Eski İstanbul (Bölüm 19) Eski İstanbul (Bölüm 18) Eski İstanbul (Bölüm 17)
Eski İstanbul (Bölüm 16) Eski İstanbul (Bölüm 15) Eski İstanbul (Bölüm 14)
Eski İstanbul (Bölüm 13) Eski İstanbul (Bölüm 12) Eski İstanbul (Bölüm 11)
Eski İstanbul (Bölüm 10) Eski İstanbul (Bölüm 9)
Eski İstanbul (Bölüm 8) Eski İstanbul (Bölüm 7) Eski İstanbul (Bölüm 6)
Eski İstanbul (Bölüm 5) Eski İstanbul (Bölüm 4) Eski İstanbul (Bölüm 3)
Eski İstarbul (Bölüm 2) Eski İstarbul (Bölüm 1) Nusretiye Camisi
İstanbul Namazgâhları-6 İstanbul Namazgâhları-5 İstanbul Namazgâhları-4
İstanbul Namazgâhları-3 İstanbul Namazgâhları-2 İstanbul Namazgâhları-1
Yeni Cami Hünkâr Kasrı Cami Alemleri Sadaka Taşları
Eb-ced Hesabı ve Tarih Düşürme Sıbyan Mektebleri
Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 3) Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 2)
Bu bölüm çeşitli tarihi konulara yer verilecektir. İlk olarak zaman içerisinde bütün İstanbul'daki tarihi eserlin tahrib olmasına sebep olan "İstanbul Depremleri" yazısı verilmiştir.
© 2011-2019 | H.Veysel Güleryüz