Beyoğlunda Arabalar 1890'lar .
İstanbul halkı XVI. asır sonlarına kadar arabaya değil, hatta ata dahi binmemişti, mesafe ne olursa olsun, evi ile işi arasındaki yolu yürümüştü. Dolayısıyla arabaya binmek bir düşünce mevzuu dahi olmamıştır. Cadde adını taşıyanlar da dâhil, İstanbul sokaklarının dar oluşu, yüzde doksan beşinin, tek araba ile tıkanması, hatta yarısından çoğuna arabanın sığmayışı bu nakil vasıtasını büyük şehrin ihtiyacı olmaktan çıkarmıştır. Binek arabası, ancak şehrin uzakça mesirelerine gitmek için kullanılmış, arabaya da istisnasız, kadınlarla küçük çocuklar bindirilmiştir. Binek ve yük arabaları iki ayrı tetkik mevzuudur, evvelâ binek arabaları üzerinde duralım.
Binek arabası, saray-ı hümâyûn haremi için bir ihtiyaç olmuştur, fakat, Tanzimat adını verdiğimiz münevver mutlakıyyet devrine, XIX. asır ortasına kadar nadiren kullanılmıştır. Valide sultanlar, haseki sultanlar, hanım sultanlar şehir sokaklarında dolaştırılmamışlardır. Sayfiye, yalı, köşk ve kasırlarına harem-i hümâyûn kayıkları ile gitmişlerdir. Şehir içinde dolaşan nüfuzlu valide sultanlardan Kösem Mahpeyker Sultan'la, Hadice Turhan Sultan, devirlerinin ağır hanto arabalarına mükellef ve muhteşem taht-ı revanlarını tercih etmişlerdi.
İstanbul’dan uzun yolculuklara çıkılırken de, araba bir ihtiyaç olmamıştır. Yolcu, seyahatte can güveni için atlı olarak bir kervana katılmak mecburiyetinde bulunmuş, at yolculuğuna dayanamayanlar da develer üstünde mahfeye binmişlerdir. Müddeti, beş aydan iki yıla kadar değişen seferlere çıkan padişahlar da gaza yollarını at üzerinde almışlardır. Yalnız iki hükümdar, bacaklarından rahatsız olan Fâtih Sultan Mehmed ile yetmiş iki yaşında gazaya giden Kanunî Sultan Süleyman, son seferinde hanto arabalara binmişlerdir.
Eminönü'nde arabalar.
Bu iki tarihî arabanın şekilleri hakkında kesin bilgimiz yoktur. Gayet ağır, gayet büyük, muhakkak ki ziynetli ve pek konforlu, haşmetli seyyar odalar idi; yaylı olmadıkları da muhakkaktır. Her ikisinin de şehir dışında, birinin Üsküdar, diğerinin de Davudpaşa sarayında o seferler için sureti mahsusada yapıldıkları da söylenebilir. Fâtih, sarayından Üsküdar'a saltanat kayığı ile geçmiş, Kanunî de son seferlerine çıkarken, saraydan Davudpaşa'ya kadar beyaz bir atın üstünde gitmişti, ne garip tesadüftür ki iki araba da birincisi Gebze'den, ikincisi de Zigetvar'dan sahiplerinin tabutlarını hâmil olarak dönmüşlerdi. Eski Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Halûk Şehsüvaroğlu, arabalar üzerine bir makalesinde, Kanunî'nin Zigetvar seferinde bindiği arabanın müzedeki bir minyatürden naklen resmini neşretmiştir. Bu resim, arabanın aslı hakkında etraflı bilgi edinmek için kâfi vesika değildir; yalnız şeklini kabataslak göstermektedir. Arabanın yarı açılmış perdelerinden, Kanunî'nin kavuklu tabutu görülmektedir. Şehsüvaroğlu: «Dört tekerlekli, iki atlıydı. Üstünde yeşil kumaştan bir sâyeban bulunuyordu ve bu örtü bir yandan, iki tarafa açılıyordu. Kenar tahtaları, devrin tezyini motifleriyle süslüydü,» diyor.
Bayezit Meydanında arabalar.
Minyatürde de at gösterilmesi ne gibi zaruretten doğmuştur bilmeyiz, fakat bu ağır arabanın iki atla çekilmesine imkân yoktur. Perdesinin yalnız bir yandan açıldığı da asla kabul edilemez. Padişahın, güzergâhlardaki kullarını selâmlamasına mânidir; minyatürde yalnız bir yanın açılması tersim zaruretidir.
II. Sultan Bâyezid tahtından çekildiğinde, menfası olan Dimetoka yoluna araba ile çıkmıştı. Bu arabanın şekli hakkında da bir şey bilmiyoruz.
XVII. asır başlarında, II. Sultan Osman'ın fecî ölümüne varan ihtilâlde, iki defa tahta oturtulan mecnun I. Mustafa ile anasının saraydan Et Meydanı'ndaki Orta Cami'ye, sarayın bir hasta arabası ile getirildiği rivayet olunur. Saray hasta arabaları iki tekerlekli olup, zülüflü baltacılar tarafından çekilirdi. O müthiş günde sarayda bir at arabasının hazırlanmadığı kabul olunabilir. Genç Osman da, Orta Cami'den Yedikule zindanına, bir çarşı arabasına (yük arabası) bindirilerek götürülmüştür.
Dolmabahçe'de arabalar 1881.
Bir meşhur harem arabasını XVII. asır ortasında IV. Sultan Mehmed, sevgili hasekisi Rebia Gülnûş Sultan için yaptırtmıştı. Bilgimiz, tekerleklerine varınca gümüş kaplı olduğu, bundan ötürü de «Gümüş araba» adını aldığından ibarettir. Padişah, Rebia Gülnûş Sultan'ı haftalarca devam eden sürgün avlarına, Belgrad'a kadar da Avusturya seferlerine bu arabanın içinde götürmüştü.
Haseki Sultan'ın hizmetinde müteaddit cariyeler bulunacağına göre, çok büyük ve ağır bir şey olacağı muhakkaktır. Bu arabanın şeklini tahayyül etmek de zordur.
İSTANBUL'DA İLK ARABALAR
Binek arabasının İstanbul içinde nakil vasıtası oluşu, Sâdâbâd'a Asafâbâd'a gidecek kibar ve ricale mahsus bir imtiyaz olarak başladı. Paris civarında Versailles köşklerine nazire olarak, köşkler, kasırlar yapılırken, yine Fransız zadeganını taklit yolunda devrin zerafet havasına uygun, pek mükellef ve müzeyyen binek arabaları yaptırıldı.
18 yuzyilda Saürayda Hasta Arabasi
Devrin şâirleri, yeni yapılan kasırlara, yalılara, saraylara, tarih kasideleri yazarken, bu arabaları da ihmal etmemişlerdir. Meselâ Atıf Dîvânı'ndaki şu gazel, Lâle Devri'nin seçkin simalarından Defterdar İzzet Ali Paşa'nın çift atlı, döşemesi al çuhadan ve altın toplarla müzeyyen arabasını anlatan kıymetli bir vesikadır:
Zehî gerdûne kim aksetse hüsn-î çeşm-i ihsâne
Temaşadan dönerler dîdeler mir'ât-ı hayrâne
Ne dem kî olsa rengin çûha-î île pûşîde
Bakılsa dikkat île benzemez mî kasr-ı mercâne
III. Sultan Ahmed'in iki oğlunun sünnet düğününde şehzadeleri Aynalıkavak kasrından alıp, düğün yeri olan Okmeydanı'na götüren araba da altı atla çekilen muhteşem bir saray koçusu idi; perdeleri erili kumaşlardan kesilmiş, içi dışı altın yaldızlı, kitabelerle müzeyyen sâyebânın üstü de gümüş topuzlarla tezyin edilmişti.
İstanbul’da ata tercihan arabaya binen ilk hükümdar, yeniçerileri kaldırdıktan sonra II. Sultan Mahmud olmuştu. Kibar ve ricalin İstanbul sokaklarında hususî binek arabaları ile dolaşmaları ve kira binek arabalarının taammümü de onun devrinde başladı.
«NlSÂ TAİFESİ BİNDİKTE...»
Hicrî 1242 yılı muharreminin sonlarında (1826 ağustos sonlarında) neşredilen ihtisap ağalığı (İstanbul Belediyesi) nizâmnâmesinde, kira araba ve arabacıları hakkında şu satırlar okunmaktadır:
«Arabaları olduğu mahalde şakirt namıyla lüzumundan ziyade adam kullanmayıp el'an mevcut olan arabacı ve şakirtleri cümleten ehli-ırz olmak üzere, tahrir ve kefillere raptolunduktan sonra, fîmâbâd arabacılar, şimdiki teşebbüs eyledikleri bol binniş ve pübbe ve şalvar ve bellerine kuşandıkları lâhur ve Car şalı sefihâne kıyafeti küjliyen ve umumen terk ile ehli-ırz heyetinde, yenleri dar çuha binniş ve cübbe ve kendileri başlarına dört parmak kenarlı ve şakirtleri iki parmak kenarlı yeşil kalpak giymeleri ve sakalsız ve müzellef arabacı olmayıp, arabasına nisa taifesi bindikte, kendileri zinhar arabanın önünden ve ardından başka yerde gitmeyip ve arabanın penceresi yanında durmayıp, doğrudan doğruya ırz ve edepleriyle gidip gelmelerine ve kıyafetlerinde uygunsuzluk olur veyahut hilâf-j nizam, arabanın yanında gider ise, ihtisab ağası ahzü girift ve tedbirlerine ihtimam eyliye...»
17 yuzyilda bir Harem-i Hümayun Arabasi
Çamlıca'da kızkardeşinin köşkünde ölen II. Sultan Mahmud'un tabutu, Üsküdar iskelesine bir öküz arabasıyle indirilmişti.
Abdülmecid devrinde araba merakı âdeta bir salgın hâlini aldı, bilhassa saray kadınlarının, sultanların pek süslü saray arabaları şehir teferrüçleri o derece ifrata düşmüş idi ki, müverrih Cevdet Paşa, II. Sultan Hamid'e verdiği «Mâruzât» adındaki rapor tarihçesinde: «Saray kadınlarının arabaya binmemeleri için serasker Rıza Paşa'mnın, Sultan Abdülmecid'den aldığı emirle saray arabalarını birbirine zincirle bağlattığı söylendi» diyor.
Sultan Abdülaziz ve Abdülhamid devirlerinde ise İstanbul, herhangi bir Avrupa şehri gibi her köşesinde kira binek arabası bulunabilen bir belde oldu.
Hususî ve taksi otomobillerin çoğalmaya başladığı I. Cihan Harbi mütarekesi yıllarıyla, Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar, büyük şehrin başlıca nakil vasıtası, kupa yahut fayton, kira arabaları idi; elektrikli tramvaydan evvel de, atlı tramvay, ihtiyacı karşılamadığından, hem kira arabaları daha çoktu, hem de herkes arabaya binemeyeceğinden, kira beygirleri, sürücü beygirleri vardı.
II. Cihan Harbi'nin en buhranlı yıllarında, benzin stokunu korumak için hususî otomobillerin seyrüseferden men edilip, taksiler de benzin tahdidiyle beraber çift ve tek numaralılar diye nöbetle yarı yarıya sefere çıkarıldığı zaman, her nasılsa bozulmamış bir miktar kira faytonu yakın geçmişin hazin yadigârları olarak İstanbul sokaklarında bir müddet görünmüşlerdi.
Kanuni'yi Zigetvar'a götüren ve ve dönüşte padişahın naşını getiren araba.
Cerîde-i Havadis'te rastlanan (1840) birkaç satış ilânından, eski İstanbul arabalarını, bu arada bilhassa yarım karpuz şeklinde ilk landoları tahayyül etmek mümkün olabiliyor; bu ilânlardan bir tanesi ise, bilhassa kaydedilmeye değer:
«Gayet musanna, tekellüflü, kendisi dudu yeşili renkte, altın rih serpmeli, sair mahalleri böcek sırtı âlâ mavi boyalı ve çok yeri yaldızlı, içi açık kavrulmuş kahve renginde âlâ çuha kaplı, şeritleri, kaytanları ve püskülleri sakız alı ipek ve klabdanlı, sekiz yaylı, içine binen zat kendi kullanır şekilde, icabında hantocu yeri yapılabilir bir araba 15.000 kuruşa satılıktır».
Dolmabahçe'de arabalar.
Diğer bir ilânda da «Yarım karpuz biçiminde iki beygir koşulur sandık takımı yeni bir arabanın 3.000 kuruşa satılık olduğu» bildirilmektedir. Bir başka ilânda, yine yarım karpuz biçimde satılık bir arabanın «alt kısmı erguvanı, sandığı ceviz tahtası, etrafı sekiz parmak oyması dahi siyah boyalı, koşumlarının Nemçe-kârî» olduğu tarif edilmektedir.
Pek kibar bir İstanbullu olan Zülüflü İsmail Paşazade Celâleddin Germiyanoğlu da bana şu kıymetli notları tevdi etmiştir: «Bizim eriştiğimiz zaman, 1900 yılı etrafı, İstanbul’un binek arabalarını saray, konak ve kira arabaları diye üçe ayırabiliriz.
«Saray arabalarının başında Saltanat arabası gelir, II. Sultan Hamid cuma selâmlığı denilen cuma namazına bu araba ile gider, cuma namazlarını daima Yıldız Camii'nde kılar, namazdan sonra kış ve yaz daimî ikametgâhı olan Yıldız Sarayı'na, merasim sona ermiş bulunduğundan, bizzat kullandığı çift atlı bir saray faytonu ile dönerdi. Saltanat arabasına senede bir defa da, Hicrî şaban ayının on beşinci günü, Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Şerifi ziyarete giderken binerdi.
«Saltanat arabası cuma selâmlığında gayet yavaş giderdi, yaverler arabayı iki yanı sıra yürüyerek takip ederlerdi. Hırka-i Şerifi ziyarette ise arabayı süratle sürdürtür, yaverler de atlı olarak takip ederdi. Saltanat arabasında padişahın karşısında daima zamanın seraskeri olan müşir otururdu.
«Saltanat arabası çifter dört atlı, arabacı oturağı sırmalı, fenerleri, bordürleri altın yaldızlı muhteşem bir faytondu. Sultan Hamid, arabanın körüğünü daima yarı açık bulundururdu, halk, yüzünü şöyle bir görür, kaybederdi. Arabayı, arabacıbaşı kullanırdı, yanında bir ispir otururdu. Arabayı çifter çeken dört attan soldakilerin üzerine de birer süvari neferi bindirilirdi. Bu dört kişi, kırmızı veya yeşil çuhadan, som sırma işlemeli cepken ceket, kenarları sırmalı pantolon ve ayaklarına siyah çizme giyerlerdi. Çizmenin üst kısmı, baldır üstüne gelen ağzı tahminen on santim eninde beyaz sahtiyanla çevrilmişti. Arabaya dördü de aynı renkte, aynı boyda dört katana koşulurdu.
«Sultan Hamid'in cuma namazı dönüşünde kendi sürdüğü saray faytonuna gelince, arabacı oturağı yoktu, önü açık, dizginler, ufkî bir maden çubuk üstün den geçerdi, arabacıbaşı bu faytobrik'i cami avlusuna getirir, kendisi saraya yaya dönerdi. Gayet sade, fakat son derece zarif bir araba idi. Bunun da körüğü hep yarı açık bulunurdu.
«Diğer saray arabaları umumiyetle kapalı, sade, kupa arabalardı. Arabacıları ye ispirleri daima siyah elbise ve siyah çizme giyerlerdi, kıyafetleri için söyleyecek şey yok, sade ve çok temiz olduklarıdır. Bu arabalara kadınlar bindiği zaman, arabacının yanma ispiri yerine siyah redingotlu bir harem ağası otururdu, bazen bir harem ağası da soldaki atın üstüne bindirilirdi. Saray arabaları «Istanbl-ı Â-mire» denilen has ahırda muhafaza edilirdi, kadrosu kalabalık bir teşkilât olup âmirleri Istanbl-ı Âmire Müdürü idi.
«Konak arabalarına gelince, şimdiki hususî otomobiller yerine o zaman yüksek devlet ricalinin ve zenginlerinin birer ve hatta birkaç binek arabası bulunurdu. Satıh alınma bedelleri, bakımları, atların masrafları, arabacılarla seyislerin, ispirlerin aylıkları, boğazları, üst ve baş masrafları ile, o devrin bir konak arabası zamanımızın en mükellef otomobilinden kat kat masraflı, hakikaten bir lüks idi. Şurasını da ehemmiyetle kaydetmek lâzımdır ki, nazırların dahi makam arabaları yoktu, hepsi, masrafları keselerinden ödenen kendi arabalarına binerlerdi.
«Konak arabaları ya kapalı kupa, yahut körüklü faytondu; bazen de, icabında üst kısmı çıkan, çifte körüklü lando - landon olurdu. Konak landoları en pahalı, en lüks arabalardı.
«Konaklarda arabacı ve ispirlerinin belli bir üniforması olmamakla beraber daima koyu renk, ekseriya siyah ve önü kapalı ceket, aynı kumaştan pantolon, ayaklarına da parlak rugan çizme giyerlerdi.
«Konak arabalarına da, saray arabaları gibi aynı boyda, aynı renkte ikiz diyebileceğimiz çok bakımlı atlar koşulurdu. Araba devrinin sonlarına doğru ki, sahipleri küçük beyler tarafından kullanılan spor tipi brik - faytonlara, renkleri tam tezat teşkil eden, meselâ demiri kır ile yağız atlar koşulmaya başlamıştı.
«Faytonların iç döşemesi umumiyetle koyu renk, siyah, koyu kahverengi idi; yine o zamanlarda bazı gösteriş meraklıları faytonlarına, kendi ağızlarınca, frapan döşemeye başladılar, kanarya sarısı, nar çiçeği, çilek pembesi tercih ettiler. On yedi yaşındaydın, çok iyi hatırlarım, zamanın azılı paşalarından biri, evlâtlarını rencide etmemek için isim vermiyorum, koşumlarına ince çelikten örülmüş zırh tertibi bir şeyler taktırıp, Fenerbahçe gezisinde lüks faytonu ile şangır şungur tımarhane kaçkını gibi dolaşırdı.
Atlı binek arabaları arasında bir de Polonez Köyü arabaları vardı ki, son yirmi yıl içinde, II. Cihan Harbi başından bu yana onlar da ben gibi kalmıştır; yazın bir dinlenme ve eğlence, mevsiminde de av yeri olan bu köy ile köyün Boğaziçi'nde iskelesi olan Paşabahçesi arasında gidip gelirlerdi. Aslında çift at koşulur sırınklı bir yük arabası idi. Dört köşesinde bulunan dört direk üzerine frenkkârî tente gerilmiş, başı ve ardı ve bir yanı boydan boya perde ile kapanmış, bir yanı da boydan boya açık, şilteler, yastıklarla döşeli; arabaya 10 -12; çocuklar da katılırsa, yirmi kişi yan yana, bacaklar, ayaklar dışarı uzatılarak, yahut sarkıtılarak oturulurdu. Polonez köyü arabalarının Paşabahçesi'ne gelmeleri pek şenlikli olurdu; cuma günü akşamı gelirler, geceyi Paşabahçesi'nde iskelenin hemen arkasındaki meydancıkta geçirirler, ertesi sabah da pazar tatiline çıkmış bazı Avrupalı ailelerle tatlı su Frenklerini alıp, geçiminin ana yolu pansiyonculuk olan köylerine götürürlerdi. Bu arabalar Polonez köyünün öyle bir hususiyeti idi ki, sırf onlara binmek için gelenler de pek çok olurdu.
Yük arabalarına gelince, büyük şehrin günlük hayatında fetihten beri ihtiyaç olmuştur; konakların, sarayların, her türlü inşaatın, çarşıların, pazarların çeşit çeşit ağır yükü arabalarla taşınmış, yazın sayfiyelere çıkanlar, göç eşyalarını iskelelere yük arabalarıyle indirmişlerdir. Tarih kaynaklarımızda yük arabalarına «çarşı arabası» adı altında rastlanır. Bu ismi, kira binek arabası olarak anlamak da mümkün ise de, kira binek arabalarının bulunmadığı devirlerde dahi çarşı arabası tâbiri kullanılmıştır.
Daha evvel yük arabacılığı, meselâ kayıkçılık, mavnacılık gibi teşkilâtlanmış değildir. Çeşitli mesleklere sülük ederek geçinen şehir halkının ayak takımı ile İstanbul civarındaki köylünün elinde yük arabaları mevcuttur ve bunlar da şehrin o yoldaki ihtiyacını karşılamaktadırlar. Aynı zamanda yük arabacılığı, icabında hamallık yapmaya da mecbur sırım gibi vücut yapısı, acı kuvvet isteyegelmiştir.
Tünel meydanında bir araba.
ARABACILAR
Ekâbir ve ricalin eski konak arabalarında da arabacıların ve yamakları olan ispi, seyislerin hem kıyafetlerine itina edilmiş, hem de kendileri vücut yapısı, eli ayağı düzgün, kaşı gözü yerinde, hattâ erkek güzeli olarak seçilmişlerdir. Bir konağa arabacı, ispir olarak girip de servet için kart kocaya varmış taze hanım efendisinin yahut toy küçük hanım efendisinin gönlünü çelen, nâdir istisnalardan olsa da, küçük hanımla evlenip, konakta dâmadlığa yükselen nevcivanlar olmuştur.
Üsküdarlı Vâsıf Hoca merhum bir arabacı kantosunun hazin hikâyesini şöyle anlatmıştır:
«Yılını tayin edemiyeceğim, kantocu Peruz'un en ateşli zamanı idi, Avrupa tiyatrosunda her gece hayranlarını birbirine katardı. En çok 17 yaşında, gül goncası yosma idi, Mestan adında Şumnulu bir konak arabacısı nevcivâna tutkundu; Mestan, yaşım doksan oldu, bir eşini görmediğim âfet-i deverandı, on dokuz yaşında var yok, koyu kumral bıyıklı duman duman, Rumeli kesimi ve süt mavisi çuha cebken potur giyer, şakır şakır sırma işlemeli, başında al fesi, arkaya yıkık kaküllerini de alnına dökünce, Peruz'un değil, tiyatroyu dolduran İstanbul kalenderlerinin de aklını tarumar ederdi. Hafızamda yanılmıyor isem Bahriye Nâzın Hasan Rami Paşa'nın arabacısı idi, o münasebetle de tersanelilerle düşer kalkar, yüzü gözü de o bıçkınların kanadı altında gün günden açılırdı.
Zürefâdan biri, oğlanın şanında bir kanto tanzim edip Peruz'a vermiş, arabacı Mestan'ın bahriyelilerle tiyatroya geldiği bir akşam okudu. Bitirir bitirmez de ağlaya ağlaya içeri kaçtı, öyle bir fori koptu ki, tiyatronun yıkılacağını sanarak dışarı kaçanlar oldu. Peruz'dan, Mestan'ın geldiği zamanlar bu kantoyu dört, beş defa dinledim, işittiklerim masal gibidir, küberâdan birinin kızı, arabacı güzeline gönül vermiş, araya kadınlar koymuş, mücevherlerimi alayım, beni memleketine kaçırsın, paşa babama evlendikten sonra kendimizi affettiririm demiş, af etmezse, elmaslarım, ölünceye kadar bizi geçindirir demiş; kaçmışlar, fakat Silivri'de yakalanmışlar, kızın ne olduğu malûm değil, Mestan'a zaptiyede öyle bir dayak atılmış ki, kan kusmuş, hastaneye kaldırılırken de yavrucuk ölmüş. Vak'anın dedikodusu yayıldıktan sonra Peruz bir daha o kantoyu okumamıştır».
İstanbul arabacılarının kamçıları, uzunluğu ile meşhurdu; kamçının, gelip geçenleri okşadığı, bazan da yağmurlu havalarda, Şemsiyelere sarılıp sürüklediği olurdu. Erkekler o zamanlar yağmurlu havalarda umumiyetle kukuleta giyerlerdi; arabacılarda ise, kukuleta, yağmura karşı korunacak yegâne vasıta idi. Fırtınalı havalarda gözlere düşen bu kukuletalar, kazalara sebep olurdu.
Kaynak: Eski İstanbul'da Arabalar ve Arabacılar, Reşad Ekrem Kocu, Hayat Tarih Mecmuası, 1971, Şubat, S-22-27
____________________________________________________________________________________
ESKİ İSTANBUL'DA TULUMBACILAR VE YANDAN ÇARKLI İTFAİYE VAPURLARI
ESKİ İSTANBUL HAYATINDA ÇİÇEK VE ÇİÇEKÇİLİK
Çayın Tarihi ve Çay Türkiye'ye Nasıl ve Ne Zaman Geldi?
Tütün ve Enfiye İstanbul'a Ne Zaman Geldi? Eski İstanbul'da Kahveler
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 13)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 12)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 11)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 10)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 9)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 8)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 7)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 6)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 5)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 4)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 3)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 2)
Sultan Ahmet Parkı ve İstanbul'un Eski Eserleri (Bölüm 1)
Eski İstanbul (Bölüm 28) SON Eski İstanbul (Bölüm 27)
Eski İstanbul (Bölüm 26) Eski İstanbul (Bölüm 26) Eski İstanbul (Bölüm 25)
Eski İstanbul (Bölüm 24) Eski İstanbul (Bölüm 23) Eski İstanbul (Bölüm 22) Eski İstanbul (Bölüm 21)
Eski İstanbul (Bölüm 20) Eski İstanbul (Bölüm 19) Eski İstanbul (Bölüm 18) Eski İstanbul (Bölüm 17)
Eski İstanbul (Bölüm 16) Eski İstanbul (Bölüm 15) Eski İstanbul (Bölüm 14)
Eski İstanbul (Bölüm 13) Eski İstanbul (Bölüm 12) Eski İstanbul (Bölüm 11)
Eski İstanbul (Bölüm 10) Eski İstanbul (Bölüm 9)
Eski İstanbul (Bölüm 8) Eski İstanbul (Bölüm 7) Eski İstanbul (Bölüm 6)
Eski İstanbul (Bölüm 5) Eski İstanbul (Bölüm 4) Eski İstanbul (Bölüm 3)
Eski İstarbul (Bölüm 2) Eski İstarbul (Bölüm 1) Nusretiye Camisi
İstanbul Namazgâhları-6 İstanbul Namazgâhları-5 İstanbul Namazgâhları-4
İstanbul Namazgâhları-3 İstanbul Namazgâhları-2 İstanbul Namazgâhları-1
Yeni Cami Hünkâr Kasrı Cami Alemleri Sadaka Taşları
Eb-ced Hesabı ve Tarih Düşürme Sıbyan Mektebleri
Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 3) Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 2)
Bu bölüm çeşitli tarihi konulara yer verilecektir. İlk olarak zaman içerisinde bütün İstanbul'daki tarihi eserlin tahrib olmasına sebep olan "İstanbul Depremleri" yazısı verilmiştir.
© 2011-2019 | H.Veysel Güleryüz