Osmanlı ordusu üç büyük toptan başka on dört batarya ile büyük bir bölümü derviş, satıcı, seyirci ve yağmacı olmak üzere iki yüz bin kadar askerden ibaret idi. Bazı yazarlara göre kuşatma 1453 yılının 6 Nisan’ında başladı. Surların Topkapı ile Tekfur Sarayı arasındaki kısmının en zayıf yeri olmasından ve karşusındaki yerin de buna hâkim bulunması nedeniyle hücum cephesi olarak seçilmiş idi. Kısiloporta Ksyloporta denilen kapalı kapıdan Edirnekapı’ya kadar olan askere Karaca Bey ve oradan Marmara’ya kadar uzanan bölgedeki askere de İshak ve Mahmud Bey’ler kumanda ediyordu. Rum yazarı Varvaro’nun Barbaro anlatımına göre büyük top önce Eğrikapı karşısına yerleştirilmiş ise de sonra kaldırılıp iki bombardla beraber Topkapı karşısına götürülmüştür. Bu kapıya Topkapı denilmesi de bu nedenledir. İçi su ile dolu bulunan hendekle çevrili olan duvar ve kapıların uygun yerlerinde bombardlar yerleştirilmiştir. Osmanlı ordusuyla surları koruyanların sayıları hakkında yazarlar ortak fikirde değildir. Yazar Hammer’e göre Osmanlı askerlerinin sayısı 250.000 olup yüz bini süvari imiş.
Osmanlı donanması 18 galeri, çifte güverteli 48 gemi, 3009 küçük yelkenli savaş kayığından ibaret idi. Yazar Kont Segur Ségur Osmanlı ordusunu 150.000 askerden ve 280 yelkenli gemiden oluştuğunu gösteriyor. Osmanlı târihlerine göre 100.000’i başı bozuk olmak üzere 200.000 kişiden oluştuğu anlaşılıyor.
Surları koruyanlara gelince, Hammer’e göre 9.000 askerden ibaret olup bunun 3.000’i yardıma gelen Cenevizli asker olarak gösteriliyor. Düşmanın deniz kuvvetleri ise, 3 büyük galeri ile 3 Ceneviz, 1 İspanyol, 1 Fransız ve 6 Girid’ten gelenlerle birlikte 26 parça savaş gemisinden ibaret imiş. Bu gemilerin tümü de çok güzel olarak silahlarla donatılmış olup bordoları yüksek ve korunaklı gemiler imiş.
On altı kilometro uzunluğunda bulunan İstanbul surlarının korunması için en az 150.000 kişile gerek olduğu gibi yalnız kapıda 20.000’den çok muhafızın gerektiği hesaplanırsa koruyucuların gene de 150.000’den aşağı olmadıkları tahmin edilebilir. Aslında hemen bütün şehir halkı surları korumak için duvarların üstünde idiler.
Cenevizliler’in başkanı bulunan Cüstiniyani Giustiniani askerle beraber Edirnekapı’da bulunuyor ve onun yanındaki surlar Teodor de Karostos Theodore da Carystos ile Broşiyardi Brochiardi kardeşlerin komutalarındaki askerler tarafından muhafaza ediliyordu. İmparator Konstantin’in Konstantinos (Tekfur) Sarayı Jirolamno Minoto’nun Girolamo Minotto komutasındaki Venedik askerleri tarafından ve Vlakerna Blâkhernae (Balat) Sarayı ve Eğrikapı civarı Sakız askerleriyle Roma askerlerine komuta eden ve Papa’nın yetkilisi olan Kardinal İzidor İsidores tarafından korunuyordu. Silivri Kapı Venedikli Dolfino ve Yedi Kule’de gene Venedikli Katerino Kontarini Caterino Contarini komutasındaki askerler tarafından korunuyor ve bütün duvarların uzunluğunca Rumlar’dan başka Fabrici Kornero, Leontari Biryenyus, gibi ecnebi komutanların yönetiminde Venedik ve Ceneviz askerleriyle doldurulmuş, Ahır Kapı çevresi konsülleri Pedro Juliano komutasındaki Katalan askeri ile korunuyordu. Haliç tarafında Rum veziri Lucas Notaras komutasında Giritli ve Rum askerleri bulunuyordu. Bunlardan başka şehirdeki bütün papazlardan oluşan bir müfreze de yedek olmak üzere surların arkasında yerleştirilmişti.
Osmanlılar tarafında Yedi Kule cephesine serdar şâir Ahmet Paşa, Silivri Kapı tarfına Haydar Paşa, yeni Mevlevihane Kapısı (Mevlane Kapı) önündeki askere Adni Paşa, Top Kapı’ya Karamanlı Mehmet Paşa (Hazret-i Celâleddîn-i Rûmî sülâlesinden), Edirne Kapı’ya İsfendiyaroğlu ve Sâdî Paşa, Eğri Kapı’ya Hersekli Ahmet Paşa görevlendirilmişlerdi.
Ak Deniz’den yardım amacıyla gelecek düşman gemileriininsaldırısıyla karşılaşmamak için Fâtih donanmayı Marmara’da bırakmayıp Rumeli Hisarı’nın topları korumasında olmak üzere Balta Limanı’na aldı.
Hücuma başlanılmadan önce Sultan Mehmed Han (İstanbul’un fethinden sonra Sadrazam olan) Mahmut Paşa’yı elçi sıfatıyla imparatora göndererek kan dökülmeksizin şehrin teslimi teklifinde bulundu ise de imparator buna yanaşmadığından 1453 yılı Nisan’ının altıncı günü şafakla beraber ilk topun sesi duyuldu. Artık her tarafdan ateşe başlayan toplar kuşatılan Bizanslılar’ı büyük korku içinde bıraktı.
Büyük topu doldurmak için iki saat kadar süre gerekiyordu. Bu nedenle bu topu günde sekiz - on kereden fazla atmak mümkün olamıyordu. Atdığı gülleler (600) kilogram ağırlığındaydı. Gene Urban ile Sarıca ve Musluittin ismindeki Osmanlı mühendisleri tarafından dökülen diğer topların atıkları gülleler daha küçüktü.
Osmanlı topcuları son derece ustalıkla gülleleri daima surun yıkılması gereken kısmına sanal bir üçkenin alt tarafını döverek zarar verdikten sonra ortasına gülle atarak delik açmak isteyorlar ve o zaman yalnız Bizanslılar tarafından bilinen bu hîleyi Osmanlılar’ın bulmuş olmalarına Rumlar şaşırarak, bu sırrın mutlaka bir hain tarafından satıldığına karar veriyorlardı. Yıkılan duvarlar, açılan delikler büyük bir çalışmayla örülüyordu. Sur üstündeki askerlere yağmur gibi ok yağarken bir tarafdan da kaleye yaklaşmak için hendeklerin altından lağımlar, sıçan yolları kazılıyordu.
Sağda, onüçüncü yüzyılda kaleye yapılan hücum. (Album Hisstorique resimlerinden). Solda, savaş kulesi ile kaleye hücum (Album Historique resimlerinden)
Kapular koç başları ile dövülüyor ve dört büyük hareketli savaş kulesi de duvarlara yaklaşarak yıkmaya çalışıyordu. [31]
[31] Orta çağ savaşlarında kullanıldığı görülen bu kuleler çok güçlü olarak ağaçtan yapılmış olup tekerlek üstünde hareket ederdi. Dış yüzeyleri deri ile kaplı olup düşman tarafından atılan ateşten tutuşmaması için sürekli olarak ıslatılırdı. İçirde çok sayıda asker saklanır ve hendekleri doldurmak içın çalı-çırpı demetleri ile savaş malzemesi bulunurdu. Bunların bir de köprüleri olup kale duvarlarına yaslandıktan sonra bu köprüyü rampa ederek oradan kaleye hücum edilirdi.
«Rumlar ve Yustinus Giustinianitopların her mermiatışıyla içeride ve dışarıdaki surların harap olduğunu gördüklerinde kalenin üzerinde büyük mertekler (32)uzatıp kalın iplere yük ve buna benzer eşya ile dolu çuvallar asarak taş merminin etkisini azaltıp ve suru harap olmaktankorumaya büyükbir gayret gösterdiler ve böylece suru kurtarabileceklerini sandıysalar da bu önlemden oluşan yarar hiç denecek derecede az oldu [33].»
(32) Mertek: Uzun, kalınca ve dört köşe kereste, sırık.
[33] Târih-i Sultan Mehmed Hân-ı Sânî gerisini veriyor. Sahife 56 Târih-i Osmânî Encümeni Mecmuası. Kristoculos.
Sağda: Taş atan mancınık. Solda: Tatar yayı türünden (Arbalet).
Topkapı civarında sura yaklaştırılan bir kule çok büyük oranda hasara yapmayı başarmış idiyse de, düşman tarafından atılan Rum ateşi ile yakılmıştı.
Büyük top bile bir gün patlayarak o sırada yanında bulunan Macar Urban’ı Urbain öldürmüştü. Bunun üzerine artık topları her atılıştan sonra zeytin yağı ile yağlamak ve soğuyuncaya kadar bırakmak önlemi alındı.
Lağımcılar yer altından açtıkları lağımları direklerle sağlamlaştırarak düşman surlarının temellerine kadar yaklaşmışlardı. Fakat toprak altındaki gürültüyü işiten Bizanslılar bu lağımlara karşı bir yol açarak lağımcıları dumana boğmuşlar ve böylece çekilmeye zorlamışlardı. Dışarıdan duvarlara yanaşan Osmanlı askeri surlar üstüne merdivenle çıkmaya çalışıyor ve üzerlerine büyük taşlarla kaynar sular ve Rum ateşi [34] atılıyordu.
[34] Rum ateşi denilen yanıcı madde Bizans’ı çoğu kez düşman eline düşmekten kurtarmıştı. Bu maddenin nelerin karışımı olduğu uzun zaman gizli kalmış ise de barut ile gaz-yağı ve reçineli bir maddenin karışımı olduğu ve içerisinde sönmemiş kirecin suyla karıyması durumunda oluşturduğu sıcaklık bu maddeyi ateşleyerek su ile sönmeyen ve su üstünde daha çok yanan bir madde oluşturduğu sanılmaktadır. Bu ateş ancak ıslak toprak veya kum ile söndürülürdü.
Bizans gemileri kendilerine yaklaşan düşman donanmasını bununla bir kaç kez yakarak tutuşturmuşlardı. Bazı yazarlar bu maddenin Araplar tarafından bulunduğunu söylüyorlar.
Sağda: Roma katapultu türünden (Arbalat). Solda: Balast denilen taş atıcı.
Bizanslılar’ın bütün kuvveti kara tarafındaki surlar üzerine toplanmıştı. Osmanlılar ise sürekliolarak hücum ediyorlar fakat başarılı olamıyorlardı. Dahaönce Bulgar olup da Müslüman olan Baltaoğlu Süleyman Paşa’nın [35] komutasındaki donanma Bahçekapı’yla Galata arasında gerilmiş olan zinciri geçip Haliç’e giremediklerinden, ne bu zincir arkasında önceden savaş düzeninde dizilmiş olan Rum gemilerine, ne de Haliç’in kara tarafında biraz daha zayıf olan surlara bir saldırı yapamamıştı. Bunun için donanma yalnızca kalenin Marmara’ya bakan tarafını baskı altına almak ve ulaşım hizmetinde bulunmaktan başka bir iş göremiyordu.
[35] Boğaziçi’ndeki Balta Limanı Süleyman Paşa’nın ismine dayanarak isimlendirilmiştir.
(Ahmed Râsim Bey’in Târih-i Osmâniye’sinden)
İstanbul’un fethi sırasında kuşatma planı.
Bu sırada Çanakkale’den gelen küçük bir kayık, beş grup düşman gemisinin İstanbul’a yardım etmek üzere gemekte olduğunu haber verince bunlara karşı gitmek üzere Osmanlı Donanmasına emir verildi. Gemilerin uzaktan görünmesi üzerine İstanbul halkı oluşabilecek savaşı seyetmek için Marmara’ya bakan duvarlar üstüne çıkmışlardı. Osmanlı Donanmasından ayrılarak bunlara karşı gönderilen kuvvet on sekiz parça gemiden ibaret olup düşmana karşı kürekle hücum etmişlerdi. Gerek düşman gemilerinin büyüklüğü ve gerekse havanın Osmanlılar’a izinvermemesi nedeniyle küçük teknelerden oluşan Osmanlı Donanması yardım askerini getiren Ceneviz ve Venedik gemilerinin limana girişini engelliyememişlerdir. [36]
[36] Avrupa yazarlarının çoğunluğu ile eserlerini bunlardan tercüme ederek yazmış olan bazı Türk yazarlarının ifadesine göre yardıma gelen Ceneviz ve Venedik gemilerinin girdiği liman Haliç’tir. Fakat Ayasofya kütüphanesindeki el yazması bir tarihe göre İstanbul’a yardım getiren Ceneviz ve Venedik gemilerinin sayısı iki olup girdikleri liman da o zaman toprakla dolu olmayan Lânga veya Kadırga limanlarından biri olacaktır. Herhalde Marmara kıyısında sığınacak ve korunaklı liman bulunurken gemilerin Haliç’e kadar gitmesi ve oradaki zincirin açılıp, bunlar içeriye alındıkdan sonra tekrar kapatılması imkansız görülür. Çünkü zincirin açılması sırasında Osmanlı gemilerinin hücumu olasılığına karşı Marmara kıyısında her iki tarafı kulelerle korunaklı bir limana girmek daha garantidir.
Rum yazarlarına göre bu gemiler beş adet olup bordaları çok yüksekmiş. Hemen çoğunluğu alçak ve bir sıra kürekli bulunan Osmanlı gemileri bunlara karşı koyamamış ve bu gemilerder atılan yanıcı maddeler ve özellikle Rum ateşiyle tutuşturulmuştur. Bazı yazarların dediği gibi Fâtih Tophâne kıyılarında değil Makri Köy (Bakırköy) kıyısında bulunuyor ve kıyıya çok yakın oluşan bu savaşı seyrediyordu. Hattâ Osmanlı gemilerinin yenilgisini görünce hiddetinden atını denize sürdüğü ve kıyıya çok yakın düşen bir Osmanlı gemisinin tekrar savaşa girmesi için bağırdığı rivaşet olunmaktadır.
Yardım gemilerinin bu başarısı, Bizanslılar’ın büyük bir çabayla duvarlar üstünde açılan gedikleri tamir edip kapatmaları ve yürüyen kulelerin düşman tarafından yakılması, Osmanlı askerinin moralini çokfazla sarsmış olduğu bir zamanda imparator yıllık bir vergi vermek koşuluyla ateş-kes antlaşması için padişaha bir elçi göndermişti. O zaman bir divan kuruldu. Sadrazam Halil Paşa Avrupa’nın daha fazla yardım göndererek Osmanlılar’ın başına büyük bir belâ açması olasılığını ortaya koyarak, imparator tarafından yapılan bu teklifin kabulü gerektiğini söylüyordu. Fakat Halil Paşa’nın Rumlar tarafından bir çok hediyelerle elde etdildiği, padişahın öteden beri şüphesini çektiğinden sözü dinlenmedi. «Baltaoğlu çatışma sırasında taş ile gözünden yaralanmış ve özveriyle hizmet ettiğinden gemilerin selameti gerektiğini söyleyerek bu komutan ile başka bir derde uğramaksızın görevinden alınmakla yetinildi. Donanma komutanlığı ve Gelbolu valiliği görevlilerinden ve savaş sanatında deneyimli kişilerden Hamza’ya verildi.[37]»
[37] Târih-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî : Kristoculos.
Sultan Mehmet’in kayınpederi Zağanos Paşa ve Molla Gürâni Akşemseddin hazretleri gibi kişilerin ricası ve israrı ile sevaşa devam edilmesi gereği tekrar edildi. Bu kişilerin düşüncesine göre, Avrupa, Bizans’a sanıldığı kadar yararlı değildi ve hiç şüphesiz İstanbul peygamberin sözügereğince müslümanların eline geçecekti.
BüyükEvliyalardan olan Akşemsettin hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’deki güzelşehre kutsal sözden dolayı İstanbul’un fetih tarihinin bile önceden haber vermiş bulunması ve peygamberin sözü olan «letfetehunne’l Konstantiniye fe’ni’m-el emiru emiruhâ ve ni’me’l ceyşu zalik el-ceyşu yye fe-lenîmel emîr emîrühâ vel-ni’mel’-ceyş zâlike’l-ceyş (Kostantiniyye elbette feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onun askeri ne güzel askerdir)» gibi hadislerle bütün müslümanların moralini canlandırmayı başarması üzerine ateş-kes fikrinden vaz geçilerek tekrar hücum edilmeye karar verildi.
Padişah bu kez donanmanın Haliç’e girerek surun zayıf olduğu saptanan Haliç kısmını yıkma gereğini ve iki kıyıar asında gerili olan zinciri kırmak uygun görülmüşse de bunun zorluğunu ve Osmanı gemilerinin karşılaşacağı tehlikeleri gözönüne alarak bu fikirden vaz geçmiş ve gemileri karadan dolaştırıp zincirin arka tarafından Haliç’e indirme çaresini düşünmüştür.
Bunun üzerine hemen Dolmabahçe’den Taksim Kışlası’na ve oradan Kasımpaşa deresine inmek üzere tahtadan kızaklı yollar yapılıp bunların üzerine yağ sürülerek bir gece içerisinde yetmiş kadar küçük gemi binlerce hayvan, öküz ve insanlar tarafından çeklerek Haliç’e indiridi. [38] Gece meşaleler arasında bütün kuvvetleriyle çalışan binlerce kişilerin tabıllar ve nakaratlar çalarak bu gemileri çekmeleri dehşetli bir manzara oluşturuyordu. Bu gürütülerin ne olduğunu anlamayan Rumlar sabah Osmanlı donanmasının zincirin arkasında ve Haliç’de bulunduğunu görünce ne yapacaklarını şaşırdılar. Hemen kara tarafındaki surları koruyan askerin bir kısmını o zamana kadar korunmasına gerek duyulmayan Haliç surlarının korunması için çekmeye mecbur oldular.
Sultân İkinci Mehmet Han hazretlerinin gemileri karadan Haliç’e geçirtmesi. (Eski bir resimden aktararak ressam Jonaru’nun yaptığı tablodan)
[38] Esfâr-ı Bahriye-i Osmâniye (Osmanlı Deniz Kuvvetlerinin Seferleri) isimli eserin 276’ncı sayfasında bu gemilerin karadan çekilmesi tarihte örneğini eski bir olaydandan aldığı gösterilerek deniliyor ki:
«Eski Yunan yazarlarının tanınmışlarından Heredot’un Heredotos söylediğine göre Karadeniz münthâsına kadar denizden sayahat etmiş olan meşhur Argonatlar Argonautlar bu deniz seferini yaptıkları sırada gereğinde gemilerini kızaklar üstüne alarak karadan birkaç mil uzaklığa yürütmüşler. Ispartalılar da Pelopones Peloponnesos savaşı sırasında Pilos üzerine hücum etmek için 69 kadar gemiden oluşan donanmalarını Lokadya [Eski zamanlarda Aya Mavra adası bir yarımada olduğundan bu yarımadayı kıyıya bağlayan berzahtı (39)] berzahından geçirmişlerdir. Eski Roma yazarlarından Polipyos Polybiyos tarafından da Kartaca generali tanınmış (Anibal)’in donanmasını karadan Tarantum limanına laştırmak için sonuç alamadığı cesruca girişimlerde bulunmuş olduğunu yazmakta olup bunlardan biri Avgustos’un Augustos Aktiyum Actium savaşından sonra donanmasını Korent geçidi üzerinden ve yaklaşık 6 mil kadar olan bir uzaklıktan geçirmiş olması ve diğeri Amiras geçidi üzerinden geçirmiş bulunmasıdır. Gene merhum yazarın anlattığına göre onuncu yüzyılda Roma generallerinden Nisetas Niketas da Korent geçidinden bir donanma geçirmiştir. Dokuzuncu yüzyılda Paris’i iki kez kuşatmış olan Normandiyalılar’ın, kayıklarını Sen Seine nehrine geçirmek için karadan iki mil kadar bir zaklığa aktarmış oldukları da tarıhsel bir gerçektir. Ayrıca haçlılar tarafından İznik kuşatıldığı zaman haçlıların Marmara kıyısından 3 mil kadar içeriye gemilerini götürmüş oldukları söylenip, özellikle Venedikliler’in (1437) yılında Adin’den Garda gölüne kadar bir donanma geçirmiş oldukları da tarihsel bid gerçektir. İşte bu zorluğun oluşması ve bir işlemin yapılması için gemleri karadan götürme konus diğer milletlerin bazıları tarafından defalarca olştrlmş ve tarihte bir takım örnekleri blunduğndan, Fâtih hazretleri Arap ve Acem ve Rum ve Latin dilleriyle konuşmş ve okuyup yazmak gibi büyük bir yeteneğe sahip olduğundan bu dillerde yazılmış tarih kitaplarını gözden geçirerek ykadıra anlattığımız örneklere rastlayarak örnek almış olduğu şüphe edilemez.»
(39) Berzah: İnce, uzun kara parçası, dar dil [denizde].
Cenovalı komtan Cüstinyani Giustiniani Osmanlı gemilerini yakmaktan başka kurtuluş çaresi olmadığını görünce bir akşam karanlıkudtan yararlanarak bir sal ile Osmanlı gemilerine yaklaşmış ve Türkler ise her iki tarafa da ihbarda bulunan Galatalı Cenevizlerden daha önce bu girişimi haber aldıklarından her zaman tetikte bulunduklarından, bu salı büyük bir taş gülle ile batırmışlar ve Cüstinyanı Giustiniani diğer bir kayığa atlayarak canını zor kurtarabilmiştir.
Sultân İkinci Mehmet Han Osmanlı donanmasının Haliç’e hâkim kalabilmesi için ne kadar düşman gemisi varsa hepsini Beyoğlu ve Kasımpaşa sırtlarına yerleşdirdiği havan toplarının gülleleriyle batırdı. Bu gemiler içinde Cenevizliler’in gemileri de bulunuyordu. Böylece Osmanlı donanması Haliç’te serbest kaldıktan sonra Kasımpaşa tarafından karşıya geçilmek üzere fıçılar ve sallar birbirine bağlanarak üstüne yedi arşın [1 arşın=68cm. (7x68cm=476cm)] kadar genişlikte bir tahta köprü yapıldı. Bu köprü üzerinde otuz kişi yanyana yürüyebilirdi [40]. Bizanslılar birkaç kez bu köprüyü yakmaya giriştilerse de başarılı olamadılar. Artık şehrin kuşatmasının ellinci günüydü. Osmanlı topları Topkapu civarında büyük bir gedik açtılar. Yıkılan duvarlaın taşları hendeklerin bir kısmını doldruyordu. Haliç tarafında Osmanlı gemilerinden atılan taş gülleler [41] o kadar büyük zarar yapamıyorlardı. Padişah, İsfendiyaroğlu’nu ikinci kez olarak imparatora göndererek, “boş yere kan dökülmemesi ve teslim olduğu takdirde kendisine bir prenslik verileceği” teklifinde bulunduysa da moralleri bozulmuş olan Rum başkanlarının ısrarlarına rağmen imparator “Allah’ın kendisine teslim ettiği şehri tek bir insan kalıncaya kadar korumakta direneceğini ve ancak şehrin kuşatması kaldırılırsa padişaha yıllık bir vergi vereceğini” süylemesi üzerine Sultan Mehmet Han büyük hücum hazırlığını hızlandırdı.
[40] Ahmed Râsim Bey 1906 yılı 4 Kasım tarihli İkdam gazetesindeki makalesnde bu köprünün 15 gez (arşın) genişliğinde olduğunu ve bir «gez»’in el ile parmakların ucu arasındaki kısmında ibâret olduğunu söylüyor.
[41] Bu taş güllelerden günümüzde duvarlar üstünde anı olarak asılı olanları görülür.
Bir Osmanlı kadırgası (Esfâr-ı Bahriye-i Osmâniye “Osmanlı Deniz Kvvetleri’nin Seferleri” resimlerinden).
Askere büyük ödüller sözü verildi. Kaleye ilk çıkan ve şehre ilk girenlere sancak ve timar gibi ödüller verileceği ve kaçarak savaşa katılmaktan kaçınanların idam edilecekleri tellallarla ilan edildi. Osmanlı Ordusu’nda bulunan bütün müezzinler, askerler arasında vaaz ve nasihatler vererek dolaşıyor ve her tarafda zikirler ve dualar ediyordu. Tekrar eden hücum gününden bir önceki akşam büyük bir donanma düzenlendi [Buna mum donanması denilmiştir].
Surları çeviren askerler arasında, Haliç’deki gemilerde, Beyoğlu ve Kasımpaşa sırtlarında, sözün kısası şehrin her tarafında meşaleler ve çıralı ağaçlar, yağa bulanmış paçavralar yakılarak şenlikler yapıldı. Askerlerin mızraklarının ucunda meşaleler yanıyordu. Her tarafda ilâhîler, zikirler, şarkılar işitiliyor ve İstanbul’un ortalarına kadar gelen bu sesler kuşatılmış olan Bizanslılar büyük bir kork ve dehşete kaçışıyordu.
Rumlar Hazret-i Meryem’in resmi önünde ağlayarak dua ediyorlar, İmparator ise soğukkanlılığını koryarak bütün askeri mevkileri kendisi teftiş ediyor ve askerlerin moralini düzeltmeye çalışıyordu. Cüstinyani Guistiniani yıkılmış duvarları büyük bir hızla tamir ettiriyor ve Osmanlı gülleleriyle harap olan Topkapı’nın arkasında geniş hendekler açtırıyordu. Fakat kendisini çekemiyen diğer komutanlar onu çekemiyerek görevlerini sonçlandırmamaya çalışıyorlardı. Özellikle imparatorun veziri ve başkomutanı olan Lukus Notara Lucas Notaras, Cüstinyani’yi Guistiniani kıskanarak istediği topları vermekten kaçınmıştı. Bu iki komutan o kadar büyük bir tehlikenin önünde bile birbirlerini çekemiyorlar ve birbirlerini küçük görüyorlardı. İmparator tehlikenin ciddiyetini göstererek bunları barıştırmak istediği halde başarılı olamadı. Aynı zamanda şehrin içinde din ve mezhep kavgaları devam edip gidiyordu.
Fakat hücumun kararlaştırıldığı gün birden bire Osmanlı Ordusunda bir söylenti yayıldı. Sanki Macarlar ve İlatyanlar’dan oluşan bir ordu İstanbul’un yardımına geliyormuş. Bu haber üzerine hücumdan vazgeçilerek iki gün arkadan gelen düşmana karşı korunma düzeni alındı.
Bu haberin Romalılar’a zaman kazandırmak için Halil Paşa tarafından ydurulduğu sanılmışsa da yazarlar bu konuda fikir birliği yapmamaktadırlar. Aslında Sultan Mehmet Han bu durumu daha önce dikkate alarak süvarinin bir bölümünü Avrupa’dan gelecek yardıma karşı koymak üzere arkada bırakmış ve hatta İstanbul’un fethinden sonra Avrupa ile oluşabilecek olan bir savaşı bile göze aldırmıştı.
Osmanlı Ordusu ansızın ortaya çıkan böyle bir haber üzerie bir iki gün beklediği sırada bir furtına çıkarak şimşekler ve yıldırımlar şehre yayılmaya başladı. Gökyüzü kıpkırmızı oldu. Rumları büyük bir telaşa düşüren bu gökyüzü olayı tam tersine Osmanlılar’ın cesaretini artırdı ve umut verdi. Hem de Rumların bir çoğu Osmanlı tarafına geçerek Müslümanlığı kabul ettiler.
1453 yılının 28’inci Pazartesi akşamı, ertesi gün genel nücum yapılması için ikinci kez olmak üzere bir padişan emri ilan edildi.
İmparator da aynı günde Ayasofya’da büyük bir dini merasim yapıldı.
1453 yılı Mayıs’ının 29’uncu Salı gecesi hücum başladı. Her tarafta davullar çalınıyordu. İmparator zırhını giymiş olarak Edirnekapı civarındaki Tekfur Sarayı’nda bulunuyordu. Edirnekapı’dan Bayrampaşa deresine doğru olan eyimli kısım hücum cephesi olarak seçilmiş ve oklar, taşlar, gülleler, ateşler, yağlı bezler, yağmur gibi her tarafa yağıyordu. Osmanlılar hendekleri çalı çırpı toprak ve taşla doldurarak yüksek merdivenlerle duvarlara tırmanıyorlardı. Yaralıların sesleri davul gürültülerine karışıyor, her taraftan Allah Allah ve ur ha ur ha [42] sesleri işitiliyordu.
[42] Ur ha sözü Osmanlılar tarafından savaş sırasında kullanılırdı. Avrupalılar bunu alarak (hurra) diye kullanmaktadırlar.
Divarlar boyunca korknç bir savaş devam ediyor, Osmanlıların üstüne kuşatılanlar tarafından atılan taşlar ve sıcak sular ve ateşlerin altında inleyenlerin sayısı çok fazlaydı. Çavuşların ağızlarından çıkan komutlar bu manzaraya büyük bir dehşet veriyor.
Şehrin bütün çanları çalınıyor ve halk büyük bir korku ve dehşet içinde nereye kaçacaklarını şaşırıyorlardı. Haliç tarafında Rum ateşi deniz üstünde ateşden yılanlar gibi dolaşıyor ve duvarlara yaklaşmak isteyen Osmanlı gemilerini tutuşturmak için atılan yakıcı maddelerden çıkan siyah dumanlar büyük bir furtuna gibi ortalığı karanlıkta bırakıyordu. Kuzey rüzgârı bu dumanları tümünü hücum edenlerin üzerine gönderiyordu.
Bu sırada Ulu-âbâdlı (Ulbatlı) Hasan adında bir asker ilk kez olmak üzere surların üstüne kadar çıkmayı başardı. Fakat yukarıdan atılan bir büyük taş onu aşağıya yuvarladı. Kendisiyle birlikte olan arkadaşları duvarın dibinde ruhlarını teslim ederken, Hasan gene yaralı olarak duvara tırmanarak çıkmak istemiş fakat çevredeki kuleden atılan bir taş onu şehit ederek yere yuvarlamıştır.
İki saatten beri savaş devam ediyordu. Surların birçok kısmında delikler açıldı. Bunlardan biri Topkapı ile Edirnekapı arasında ve Silivri Kapı tarafında, biri Bayrampaşa deresinin Topkapı tarafında, biri Edirnekapı’nın kuzeyindeydi. Avrupalı yazarların öne sürdüklerine göre bu sırada Cüstinyani Giustiniani bir ok ile yaralanarak şehri terk etmeye karar vermiş ve imparatorun ricasına karşın gemilerinden birinin üstüne çıkmış ve bu olay askerin moralini çok fazla bozmuştu.
Bu geminin Haliç’te olmadığı açıktır. Çünkü Fatih Haliç’te gemilerin tümünü parçalayıp batırmış ve bir kaçını da almıştı. Marmara tarafındaki limanlardan birinde olan Venedik gemilerinden birine kaçtığını kabul etmek daha uygundur. Tâcü’t-Tevârih’de (43) Osmanlılar’ın ilk olarak gediklerden girdiği sonra kapuların açıldığını ve ilk açılan kapının Edirnekapı olduğu gösteriliyor.
(43) Tâcü’t-Tevârih: Şeyhülislâm Hoca Saaddettin Efendi'nin 2 ciltlik meşhur Osmanlı târihi [I. Selîm'in nedimi Hasan Can'ın oğludur],
Yabancı tarihlerde anlatıldığına göre, Serko Porta Kerko Porta denilen küçük bir kapıdan elli kadar Osmanlı askerinin girerek ikinci sıra duvarlar üzerinde görülmesiyle, Rumlar ne yapacaklarını şaşırıp kapılara doğru kaçmaya başlamışlar ve biraz sonra oraların da tümüyle Osmanlılarla çevrildiğini görür görmez şehrin içine doğru kaçmışlardır.Osmanlılar artık kapıları açarak her taraftan şehre girmişlerdir. Rumların bir kısmı Haliç kıyılarına, bir kısmı Marmara tarafına ve bir kısmı da Ayasofya’ya doğru kaçmışlar ve sanki “Türkler Ayasofya’ya kadar gelecek ve At Meydanı yanında gökten bir melek inip oradaki bir ihtiyara bir kılıç verdikten sonra tekrar Rumlar zafer kazanarak Osmanlıları şehirden atacağı” söylentisine inanan birçok ahmaklar Ayasofya mabeti içine dolmuşlardı.
Osmanlı askerinin bir kısmı Topkapı ile Edirnekapı arasındaki surları zaptederken bir kısım asker de o civardaki imparator sarayına hücum etmişlerdi. İmparator Konstantin Dragazes Konstantinos Dragenes fetihden haberdar olunca kaçmaya yeltenmiş, yolda Türklerle savaşan bir Rum grubuna rastlayarak savaşa katılmış, yaralı olarak yerde yatan bir azeb [44] askerine hücum etmesi üzerine asker can havliyle kalkarak imparatoru öldürmüştür [Kristovulos’un Târih-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî’sinde denilir ki, şehrin kurucusu olan Konstantin’in Konstantinos annesi Eleni’ydi. Tuhaftır ki son hükümdar da Konstantin Konstantinos olup annesi de Eleni’dir.]
[44] Birçok tarihlerde (z)’nin noktası çıkalarak Arab okunduğu için Arap diye yazılmış ve hatta yabancı tarihlerin birçoğunda bu askeri bir Arap olarak göstermişlerdir. Azeb askeri bekârlardan olşan bir asker gurubuna denilirmiş.
Orta Çağdaki her savaşta olduğu gibi bunda da şehir yağma edilmiş, kiliselerdeki kıymetli eşya alınmış, fakat Lâtinlerin İstanbul’u aldığı zaman yaptıkları vahşiliğin onda biri bile yapılmamıştı.
Halkın bir kısmı küçük kayıklarla tarafsız kalan Galata tarafındaki Cenevizliler’e sığınmışlar, bir kısmı yelkenli kayıkları ve gemilerle Marmara’ya doğru kaçmışlardı.
Ayasofya içerisinde on bin kişiden fazla toplanmıştı. Kapular sağlam bir şekilde kapatılmış fakat hücumun kuvvetne dayanamıyarak açılmışlar ve içeridekiler teslim olmuşlardı.
Böylece İstanbul 54 gün kuşatılma ve savaştan sonra 1453 yılı Mayıs’ının yirmi dokuzuncu ve Hicri 857 yılı Cemâziyel-evvelinin yirminci Salı [45] günü fethedilmiştir.
[45] O zamandan beri Rumlar Salı gününü uğursuz saymaktadırlar.
İstanbul’un fethedilmesi hakkında tarih kitapları birbirine uymamaktadır. Fakat Fatih hazretleri tarafından Mısır Sultanı’na yazılan ve Molla Gürânî hazretleri tarafından yazılan Fetihname’de sadece 26 Rebiyyül-evvelinde (6 Nisan) başlayıp elli dört gün savaştan sonra Cemâziyel-evvelin yirminci Salı (29 Mayıs) günü tan yerinin ağarması zamanında hücum yapılıp güneşin doğuşundan önce fetihin oluştuğu yazılmıştır.
Bir söylentiye göre, fetih sırasında Balıklı Manastırı’nda bulunan Rum papazları balık kızartmakla uğraşmakta olup kendilerine şehrin alındığı haberi gelince buna inanmak istememişler «Tavadaki bu balıklar şu havuza fırlarsa o zaman İstanbl’un alındığına inanırız.» demişler ve sanki balıklar da yarı pişmiş olarak tavadan sıçrayıp havuza düşmüşler.
Günümüzde halka bu kırmızı balıkları gösterirler. Fakat bu masala inanmak pek saflık olur. Çünkü fetih sırasında askerin bu manastırı işgal etmediğini düşünmek ne kadar yanlış olursa papazların da o kadar gürültü ve tehlike sırasında balık pişirmeyi düşünmeleri ve hatta balık bulabilmeleri de olanaksızdır.
Osmanlılar şehri zabtedip barışı ve güvenliği sağladıktan sonra Fâtih Sultan Mehmet Han hazretleri bir at üstünde yanındakilerle birlikte şehire girerek büyük caddeden geçip Ayasofya’ya kadar gelmiş ve orada atından inerek Ayasofya’nın içerisini ziyâret etmiş [46] ve hemen camiye çevirilmesini ferman etmiş ve sonra imparator sarayını görmeye gitmiştir.
[46] Bazı yabancı tarihlerde Fatih’in hemen fetih günü at üstünde Ayasofya içine girerek yerlerde serili olan cesetleri çiğneyerek mihrabın bulunduğu yere kadar girip orada kana bulanmış olan pençesini bir direk üstüne sürmüş olduğu söylenerek, o pençenin biri hâlâ gösterilmekte ise de bu söylentinin ne kadar yanlış olduğu biraz düşünerek ile anlaşılabili. Eğer kilisenin içerisindeki kişilerin hepsinin ölmüş olduğu düşünül bile oluşacak ceset tabakasının yarım metreyi geçmeyeceği gibi bir buçuk metre yüksekliğinde bir at üstünde bulunan padişahın sekiz on metre kadar yüksekte gösterilen bölgeye kadar ulaşamıyacağı açıktır. Evliya Çelebi tarafından bu pençenin Fâtih’in önünde bir solak tarafından yapıldığı söyleniyorsa da buna da doğru olarak bakılamaz.
Sarayın terk edilmiş ve harap durumunu görünce:
Büm nevbed mi-zened der gümbed-i Afrasiyab
Perdedârî mi-küned der kasr-ı Kayser ankebût
Meşhur Farsça beyitini söylemekten kendisini alamamıştır.
Pâdişah şenre girdikten sonra Rum veziri Lukas Notaras’ı Lucas Notaras çağırtmıştır. Lucas padişaha hazineyi teslim etmiş ve Fatih’in bu paraları neden halka harcamadıklarını söylemesi üzerine “Kendilerine teslim etmek üzere sakladığını” söylemiş ve o zaman Fatih “Mademki bana verecektin neden bu kadar çok zaman geçirdin” deyince.
“- Efendim sizin paşalarınız tarafından gelen mektupar bize savunmaya devam etmemizi söylüiyordu.”
Demiştir. Padişah aslında daha önceden beri Halil Paşa’nın ihanetinden şüphelendiği için onu Yedikule hapishanesine attırdı, ue Rum vezirinden Bizans ileri gelenlerinin isimlerini isteyerek onlara bazı ayrıcalıklar verdi.
İmparatorun ceseti aranıldı ve ayağındaki kartal işlemeli kırmızı ayakkabılardan bulundu.
Konstantin Dragazes (Konstantinos Dragenes)
Fetihden üç gün sonra ilk Cuma namazı Fatih hazretleri hazır bulunduğu halde Ayasofya camisinde kılındı. Padişah kendisi minbere çıkarak hitabeyi okudu.
Anlatılanlara göre o güne kadar kilisenın bir tarafında saklanmış olan bir rahip o gün saklı olduğu yerden çıkarak Müslümanlığı kabul etmiş ve padişaha kilisenın hazinesini göstermiştir.
O gün Galata’daki Cenevizliler’e elçiler gönderildi ve onlarla yeni bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşma gereğince Cenevizliler Galata’nın duvarlarını yıkacaklardı.
Şehirde huzur ve rahatlık sağlandıktan sonra padişah Kasımpaşa tepelerinde Okmeydanı’nda orduya büyük bir ziyafet verdi. Bu ziyafette Fatih vezirlerine ikrası kendisi yapıyor ve «Bir milletin padişahı o milletin hizmetçisidir.» sözlerini tekrarlıyordu. Şenlik ve ziyafet günlerce sürdü.
Sultan Mehmet Han, Rumlara ve diğer Hıristiyanlara kendi mezheplerinde kalmak üzere birçok ayrıcalıklar verdiği gibi kiliselerinin bir çoğunu da kendilerine bıraktı.
Öte yandan Anadolu’dan çok sayıda halk getirerek şehire yerleştirildi ve Osmanlı ülkesinin her tarafından gelen Osmanlılar birer mahalle olştrdular.
Eb-ced Hesabı ve Tarih Düşürme
Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 3)
Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 2)
Tarihte İstanbul Depremleri (Bölüm 1)
Elektronik Dünyazı Yazıları için aşağıdaki linklere tıklayabilirsiniz.
Sitemizde yer alan "Elektronik Böcek" yazısını görüntülemek için buraya tıklayın.
Sitemizde yer alan "Sivrisinek Kovucu" yazısını görüntülemek için buraya tıklayın.
Sitemizde yer alan "LED Süsleri" yazısını görüntülemek için buraya tıklayın.
Sitemizde yer ayan "LED'lerle İki Devre" yazısını görüntülemek için buraya tıklayın.
Sitemizde yer ayan "LED'li Göstergeler" yazısını görüntülemek için buraya tıklayın.
©2011- 2016 | H.Veysel Güleryüz
Bu bölüm çeşitli tarihi konulara yer verilecektir. İlk olarak zaman içerisinde bütün İstanbul'daki tarihi eserlin tahrib olmasına sebep olan "İstanbul Depremleri" yazısı verilmektedir.
© 2011-2016 | H.Veysel Güleryüz